Özsoy Operası, 19 Haziran 1934 tarihinde Ankara Halkevi’nde devlet başkanları huzurunda sahnelenen Cumhuriyet döneminin ilk lirik sahne eseridir. Yeni kurulan cumhuriyeti yakından takip eden İran Şahı Rıza Pehlevi’nin, 1934 yılında ülkemize yapacağı ziyarette sahnelenmesi için Mustafa Kemal Atatürk tarafından sipariş edilmiştir.
İlk milli operamız olan Özsoy Destanı, o sıralar 27 yaşında olan ve bu vazife için görevlendirilen Ahmet Adnan Saygun tarafından iki aydan kısa bir süre içerisinde bestelenmiştir.
Yeni Türkiye’nin kuruluşundan itibaren atılan çağdaşlaşma adımlardan biri de ulusal müziğe yönelikti. Zira Atatürk, konunun önemine 1 Kasım 1934 tarihli TBMM açılış konuşmasında şöyle dikkat çekiyordu:
“Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir.”
“Bizim hakiki müziğimiz Anadolu halkında işitilebilir” sözünden de anlaşılacağı üzere Atatürk’ün müzik anlayışı, kaynağını halk müziğinden alıyordu. Fakat o, bu özün yeni bir üslup ve terbiye ile uluslararası camiada kendini kabul ettirecek ulusal bir müzik niteliği kazanması gerektiğine inanıyordu.
Bu bağlamda, müzik alanında ciddi çalışmalar başlatılmış; 1924 yılında Ankara’da Musiki Muallim Mektebi, 1926’da İstanbul’da Belediye Konservatuarı kurulmuştu. Avrupa’ya müzik eğitimi almak üzerine gönderilen çok sayıda genç, yurda döndüklerinde bu okullarda eğitim vermeye başlamışlardı. Bunlardan biri de Ahmet Adnan Saygun idi…
1934 yılında İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyaret edeceği kesinleşince, M. Kemal Atatürk bu ziyareti çağdaş Türkiye’yi tüm dünyaya gösterebileceği bir fırsat olarak gördü.
Böylece bir operanın bestelenmesi için Ahmet Adnan Saygun’a emir geldi. Operanın librettosunun (metni) konusu da bizzat Atatürk tarafından belirlenmişti. Verdiği öneri üzerine libretto, İranlı şair Firdevsi’nin Şehnamesi’ne dayanarak Münir Hayri Egeli tarafından yazıldı. Şüphesiz ki opera, İran – Türkiye ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmak üzere siyasi mesajlar içeriyordu.
A. Adnan Saygun, anılarında bundan şöyle söz etmiştir:
“1934 yılı Haziran ayında Türkiye’yi ziyaret edecek olan İran Şahı ile Atatürk’ün huzurunda temsil edilmek üzere, bir opera yazmamı CHP’nin halkevleri başkanı merhum Necip Ali, merhum Münir Hayri aracılığıyla istedi. Necip Ali’nin söylediğine göre, konuyu bizzat Atatürk vermişti. Büyük tereddüt içindeydim. Zira zamanı bir yana bıraksak bile, operayı kimlerle, hangi solistlerle, hangi koro, hangi orkestra ile yapacaktım… Münir Hayri tarafından yazılmış metni okumak istedim. Konu uzun ve kalabalık bir solist topluluğu gerektiriyordu…”
Saygun’a göre Atatürk iki nedenden dolayı bu eserin bestelenmesini istemişti. İlk neden, o günlerde süren iki ülke arasındaki görüşmelerin sağlam bir dostlukla sonuçlanmasını istemesidir. Bunu da eser içinde Türk-İran kardeşliğini vurgulayarak yapıyordu. İkinci sebep ise M. Kemal konuğuna tamamıyla yeni bir şey göstermek istemişti. Ahmet Adnan Saygun, eseri 1980 yılında gözden geçirerek yeniden hazırladığında şunları söyleyecektir:
“Anlaşıldığına göre Atatürk İran Şahı’nın ziyaretinden azami ölçüde yararlanmak ve Türkiye ile İran arasındaki siyasi münasebetleri müsbet bir yolda geliştirme esbabını hazırlamak istiyordu. Türkiye hakkında Şah’da müsbet bir kanaat uyanmasına elbette ki Türk ordusu, yeni yeni yapılmakta olan fabrikalar, okullar, vb. yardımcı olurdu. Ancak bütün bunlar az çok farklı olsa da İran’da da vardı. Bu itibarla Şah için yeni ve şaşırtıcı şeyler olamazdı. Ayrıca Şah bütün bunlar karşısında kıskançlık duymasa bile ‘nötr’ kalabilirdi. Halbuki, Atatürk, anladığıma göre, İran Şahının gönlünü elde etmek istiyor ve bunun için İranlılarla olan efsaneye dayanmak istiyordu. İşte bu maksatla Feridun Efsanesi üzerinde durmuş ve efsanedeki Tur’dan ve İraç’dan Türklerin ve İranlıların türediği tefsirine dayanarak konunun işlenmesini istemişti.”
OPERANIN İÇERİĞİ
Operanın librettosu 3 perde ve 12 tablo olarak hazırlandı. Türk ve İran mitolojisinin karıştırılmasıyla elde edilen librettonun ilk perdesinin konusu Firdevsi’nin Şehnamesi’nde anlattığı mitolojik öyküye dayanır. Öyküye göre insanlığın doğuşu aydınlıkla karanlığın savaşarak aydınlığın galip gelmesiyle oluşmuştur.
Dahhak, Fars Hükümdarı’nın yerine geçmiş olan çok zalim biridir. Cemşid’in koruduğu aydınlığın tam aksine, yılanlara tapınmayı ve o yılanlara çocukları kurban olarak vermeyi isteyen zorba bir kişiliktir. Dahhak’ın artan zulmüne karşı, Gave (Türk mitolojisinde Bozkurt) adında bir demirci halkı ayaklandırır ve asıl hükümdarın, Cemşid’in kızı Mehru’nun oğlu Feridun’un olması gerektiğini söyler. Halk bir araya gelir, kurbanlar kurtarılır ve Cemşid’in soyundan olan Feridun hükümdar olur. Feridun, zulüm dolu günlerin geride kaldığını söyler ve hükümdarlığı boyunca asla kötülük yapmayacağına Gave’nin çekici üzerine yemin eder.
Bey seçilen Feridun’un üç oğlu olur: Tur, İraç ve Selm. Tur, Türklerin; İraç, İranlıların ve Selm de Avrupalıların atasıdır. Ancak Özsoy Destanı’nda Selm’e yer verilmez ve Tur ile İraç ikiz kardeş olarak anlatılır.
A. Adnan Saygun anılarına şöyle devam eder:
“…Eserin ikinci ve üçüncü perdeleri türlü vak’alarla günümüze kadar gelir. Ahrimanın gazabına uğrayan fakat tanrılarca ebedi hayata mazhar kılınmış bulunan Tûr ve İraç, yani Türkler ve İranlılar yüzyıllar boyunca birbirlerinden uzak kalmışlardır. Fakat sonunda her iki millet, başlarına geçen Tûr ve İraç sayesinde birbirlerine kavuşmuşlar. Eseri, tekrar efsane havasına döndüren son sahnesinde Feridun ve ötekiler sahnede hazırdır; Ancak Tûr ile İraç yoktur. Feridun sorar: Tûr ile İraç’ı göremiyorum. Nerededirler? Buna “Ozan” Halkevindeki locasında İran Şahı ile birlikte temsili seyreden Atatürk’ü işaret ederek şöyle der: “İşte Tûr, İran Şahı’nı işaret ederek; İşte İraç’’. Her Türk bir Tûr, her İranlı bir İraç’tır. Türkçeyi Azeri şivesiyle çok iyi bilen Şahın bu sözler üzerine Atatürk’e sarılıp “Kardeşim” diye ağladığını, temsilden sonra bana heyecanla anlattıklarını çok iyi hatırlarım”
Özsoy Destanı Operası’nın Öz Ozan bölümünden;
“Ey beni dinleyenler, ey karşımdaki erler,
Tanır mısınız beni? Bana öz Ozan derler.
Benim sesim haykırır, fakat sazım ağlamaz.
Gönlüm doğruyu duyar, boşa umut bağlamaz.
Ben ne puta tutkunum, ne de yara vurgunum,
Ne bir sevgi bilirim, ne didara vurgunum.
Ne koşmaya inanır, ne bir süs ararım.
Ne bir sevgili tanır, ne de bir yarı sorarım.
Elimde destanımla yalnız Hakk’a bakarım.
Doğruyu anlatırım, gönüllere akarım.
Gönlü açık olanlar beni elbet severler.
Tanıdınız mı beni?… bana öz Ozan derler.
Ben, ne Homeros gibi; hayalî yavuzlar,
Tanrılarla sevişen kızcağızları anlatmaktan hoşlanır
Ne de Fin’lerin, Kalavala’sı gibi,
insanlarla, cinlerin, döğüşünü süslerim
hayal enginlerinde
Ben Firdevsi değilim
Kendi dar anlayışımdan, güzel renkli savaşlar yaratıp,
ininde uyuyan arslanları kamçılamam
Ben vatan yavuklusu ozanım
Öz tarihi söylerim, olmuşu iletirim
İşte böyle beylerim!
Tarih diyor ki bize, Uygarlıklar ırmağı brakisefal soyda buldu, ölü kaynağı
Bu soy, Asya’dan çıktı, dört bir yana dağıldı
Bu tarih, yükselişin başlangıcı sayıldı.
Avrupa, Anadolu, İran ve ortayayla uygarlığa girdi
Bakın, bu büyük soyla zaman durur mu?
Sakın, zaman durur sanma, duran düşer ilerden başkasına inanma
Asırlar geçti böyle, tarih önünde boy boy.
Bakın size söyliyim, nasıl doğdu büyük soy.
Gözünüzü yumunuz, gönlüm sizi kavrasın.
Kırk bin yıl eskideyiz, gözlerinizi açın!”
Özsoy operası, yokluklar içerisinde muazzam bir çaba ile vücuda getirilmiş ve o gün için vazifesini yerine getirmiştir. Sanatsal değeraçısından pek çok zaafı olduğu çok açıktır. Zira ilk sahnelenişinden sonra yeniden temsil edilmesi tam 47 yıl sonra 1981 yılında Atatürk’ün 100. doğum yıldönümü münasebetiyle Ankara Devlet Opera ve Balesi’nce olmuştur. Bir operanın taşıyabileceğinden çok karmaşık olay örgüsü ve olmaması gereken diyalog çokluğundan dolayı eser ağır bir yapıdadır. Bu yüzden 1981’de A. A. Saygun tarafından 3 perdeden tek perdeye indirilerek sadeleştirilmiştir.