Hakimiyet-i Milliye, Kurtuluş Savaşı’nın amacını ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kararlarını millete duyurmak amacıyla 10 Ocak 1920 tarihinde Atatürk‘ün Ankara‘da çıkarttığı Türkçe gazetedir.
4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresi‘nde, ileride TBMM‘nin kuruluşuna dek faaliyet gösterecek olan, bütün yurdu temsil etmek üzere “Heyet-i Temsiliye” adı verilen ve başkanlığında Mustafa Kemal‘in olduğu 16 üyeli bir kurul seçildi. Mustafa Kemal, kongrede alınan kararları ve bu heyetin gerçekleştirdiği çalışmaları duyurmak amacıyla 14 Eylül 1919 tarihinde Sivas‘ta “İrade-i Milliye” adını verdiği ilk gazeteyi çıkarmaya başladı.
Mustafa Kemal, Sivas‘tan çıkıp 27 Aralık 1919‘da Ankara‘ya ulaştığı günlerde İrade-i Milliye‘nin Ankara‘ya taşınmasını istedi. Ancak gazeteyi çıkaranların “Gazete Sivas’ta kalsın” demeleri üzerine, Ankara‘da ikinci bir gazete çıkarmaya karar verdi. İrade-i Milliye‘nin adından esinlenerek gazetenin adının “Hakimiyet-i Milliye” olmasına karar verildi. İlk sayıların Valilik binasının alt katında yer alan vilayet matbaasında çıkarılması için Vali Vekili Yahya Galip Bey‘den gerekli izin alındı. Gazetenin Yazı İşleri Müdürlüğü‘ne Recep Zühdü Soyak getirildi. Yazıhane için ise Ulus Meydanı’ndaki Veli Hanı’nda iki oda kiralandı.
Haftanın iki günü 4 sayfalık olarak yayınlanması düşünülen Hakimiyet-i Milliye‘nin ilk sayısı 10 Ocak 1920 tarihinde tanesi 3 kuruştan çıkmaya başladı. Hakimiyet-i Milliye başlığının altında “Mesleği, milletin idaresini hâkim kılmaktır.” alt başlığı atıldı. Yazıların yayını ve dağıtımıyla görevlendirilen Hakkı Behiç Bey, ilk sayıda Bursalı bir grup hanımın Temsil Heyeti’ne çektiği işgali protesto eden uzun bir teli, Pazarcık Müftüsü, Belediye Başkanı ve halkın işgallere karşı çektikleri protesto telgraflarının yayınlarken, ilk sayfada Atatürk‘ün kendisine not ettirdiği, yol haritaları ile Milli Mücadele‘nin amaçlarını anlatan şu metni “Heyet-i Tahririye” (Yazı Kurulu) imzası ve “Hakimiyet-i Milliye” başlığıyla tam sayfa bastı;

Bugünden itibaren mevki-i intişara çıkan ve sütunlarında bütün Anadolu ile onu alakadar eden muhitlerin ahval ve hadisatını ihtiva edecek olan gazetemize bu ismi tesadüfi olarak vermedik Gazetemizin ismi, aynı zamanda takip edeceği tarik-i mücahedenin de nev’idir. Şu halde diyebiliriz ki, Hâkimiyet-i Milliye’nin mesleği, milletin müdafaa-i hakimiyeti olacaktır.
Cihanın her tarafında, en müfrit ve en yüksek demokrasilere müteveccih inkılâplar vücuda getirildiği, milletler terakkiyat-ı medenîyenin istinat ettiği manevî hâkimiyetlerden bile müşteki bulunduğu, servetler ve maişetler hususunda bile müsavata doğru önüne geçilmez cereyanlar peyda olduğu bir zamanda, bahusus meşrutiyeti getiren inkılâptan on iki sene sonra, tekrar hâkimiyet-i milliye için mücahedeye ihtiyaç görünmesi biraz garip telâkki olunabilir. Böyle düşünecek zevata şimdiden kısaca cevap verelim ki “hâkimiyet-i milliye” hiç bir zaman meşrutiyet demek değildir. Meşrutiyet ancak onun vasıtası olabilir.
Her millet inkılâbım hâkimiyetinin istirdadı için yaptığı gibi, bizde de inkılâbın hedefi hâkimiyet-i millîye idi. İlân-ı meşrutiyeti takip eden ilk birkaç sene içinde bu hedefe az çok yaklaşıldığı halde, bir taraftan irtica korkusunun tazyike başladığı hürriyetler, diğer taraftan mukadderat-ı millete bilâ-rekabet vaz’ı yed etmek ihtiras-ı garibinin bulandırdığı müşevveş dimağlarla birleşerek rid hareketlere sebep oldu; ve millet hissetmeyerek bir lâhza elde tuttuğunu zannettiği hâkimiyeti başından geçen velveledâr fırtınalara kaptırmış bulundu. Bir gün geldi ki hürriyetten bahsedilip dururken hiç kimse istediği gibi hareket, en meşru işlerinde dahi nefsinde mezuniyet göremez oldu ve hâkimiyet-i milliye namına geçmiş zamanların belirsiz bir hatırasından başka bir şeye mâlik olmadığını hissetti.
Buna tahammül edilemezdi. Çünkü o hâkimiyeti ele geçirinceye kadar ne fedakârlıklar yapılmış, ne kurbanlar verilmiş, otuz üç senelik bir saltanat-ı mezâlimin ne kara günleri, ne acıları, ne felâketleri çekilmişti. Fakat daima hududun bir köşesinden, mütecessis ve hâin, bir fırsat-ı tecavüz bekleyen düşman gözler, hiç bir gün parlamaktan hali kalmadı; ve millet hâkimiyetini yine ona istinaden gasbedenler, daima ufkun o iki yuvarlak ateşle parlayan noktasını göstererek tehditkâr bir ittisa ile taşmak istidadını gösteren sabır ve tahammülü teskin ettiler. Muvaffak oldular. Çünkü bu millet, hayat ve mevcudiyeti nâmına her fedakârlığı bilâtereddüd kabulden hiç bir gün çekinmemişti. “Endişe-i vatan” karşısında onun unutmadığı kin ve intikam, terk ve feda etmediği emel ve menfaat, göze aldırmadığı vak’a ve tehlike yoktu. Mevcudiyetini koyduğu bu muharebede kendisine zafer vaadedenlerin, hâkimiyetine tecavüz etmelerini hoş gördü. Fakat zafer yerine hezimet gelince, bu millet dünyanın hiç bir milletinde bulunmayan büyük ve metin bir ulüvv-i cenâb ile hâkimiyete sahip olduğunu gösterdi. Başında bulunanları kırdı, devirdi.
Mütareke’yi müteakip, intizar olunuyordu ki, hâkimiyet-i millîye, artık onu iptale haris olan pençelerden tahlis edildiği için millete telâfi-i mâfât yolunda yüksek ve müessir bir âmil olacak sulhu ve onun istikbale râci olan şeraitini temin hususunda her şeyden ziyade kuvvetli olan mevcudiyet-i milliyeyi izhar ve ispat edecek, hezimetin dağıttığı muhtelif kuvâ-yı milliyeyi tevhid ve telif ederek hedefe sevkeyleyecek… Evet, böyle zanolunuyordu. Meğer bu memleketin harabe-i hâkimiyeti üzerinde kirli ve çamurlu yuvalar kurmak isteyen baykuşlar daha ekşitmemiş… Meğer maziye karıştığını zannettiğimiz devr-i mezâlimin rüya-yı avdetiyle dem-güzâr olanlar, müstakbel saraylarının altın emellerini bu zavallı milletin kafatası üzerinde kurmak isteyen Hülâgu ahfadı daha varmış… Mütareke’nin hemen ferdasında iğrenç bir manevra ile mevki-i iktidara öyle hükümetler çıktı ve ilk darbe ile yıktıkları hâkimiyet-i milliyenin aks-i tesiratından korkarak öyle hıyanetler irtikap ettiler, memleketi düşmanların taksim masasına kolları bağlı sürüklemek, milleti mezbaha-i tarihe gözleri kapalı sevketmek için düşman kuvvetlerine istinat ederek öyle şenaatler vücuda getirdiler ki, millet bu defa bütün kuvvet ve azameti ile mevcudiyetini ve hâkimiyetini fiilen izhar etmek ıztırânnda kaldı. İşte Kuvâ-yı milliye, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtı bu ıztırann mevlûdu ve bu ahval ve hadisâtın netice-i tâbiîyesidir. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi de bu hadisâttan doğuyor.
Bundan sonra hâkimiyet-i milliye ihlâl edilemez; buna şüphe yok. Millet bu en sonuncu tecrübesinden o kadar büyük bir intibah ile çıktı ki, artık hâkimiyet onun dimağında on iki sene evvelki hatırasından daha çok derin, daha pek çok nüfus etmiş bir iz teşkil ediyor. Melekât-ı dimağiyesi bu iz üzerinde tavakkuf etmedikçe işleyemez. Fakat memleketimizde hâkimiyet-i milliyenin düşmanları o kadar alçak ve o kadar zelil mahiyettedir ki düşman himayelerine sığınarak, ecnebi kuvvetlerinden imdat umarak milletin sadâ-yı hakk ve hâkimiyetini boğmak teşebbüsünden kolay kolay vazgeçeceklerini zannetmiyoruz. Vaktiyle büyük inkılâplar sırasında saraylarını düşman askerlerine muhafaza ettiren, milletlerine düşmanlarının süngülerini davet eyleyen hükümdarlar bile görülmüştü. Fakat unutulmamalıdır ki bu hükümdarlar siyaset meydanlarında can verdiler ve daha fenası, bütün beşeriyetin hafiza-ı teltninde yaşıyorlar. Hükümdarları affetmeyen hâkimiyet-i milliyenin birkaç türediyi ne dereceye kadar hazmedebileceği meydandadır. İşte gazetemiz, milletin hâkimiyetine musallat olmak isteyecek eşhasa karşı mücâhede ve mücâdele için intişar ediyor.
Hâkimiyet-i milliye’nin mücâhedatına daha çok zaman ihtiyaç görüyoruz. Meşrutiyetin, meclislerin, oralarda herhangi birkaç manevra ile ihraz-ı ekseriyet edecek fırkaların, siyasî zümrelerin arkasında, Anadolu’nun saf, dûr-endîş, mütevekkil ve âlicenap, fakat daima azim ve iradesine mâlik vicdanını kendine rehber edinerek Hâkimiyet-i milliye yaşayacaktır.
Hâkimiyet-i milliye üç büyük istinadgâh tanır: Zekâ, irfan, hamiyet… Bunlar haricinde hiç bir şeye istinat edemez. Milletin hâkimiyetine sermayelerin, ne içi boş siyasetlerin, ne kinlere, menfaatlere, ikbal ve istikballere müteveccih geçici heveslerin bâzîçesi olamaz. Millet yaşamağa, hür ve müstakil yaşamağa, yaşadıkça da mesut ve mütekâmil bir unsur-ı terakki olmağa muhtaçtır. Hâkimiyetini bunun için istimal edecektir. Gazetemizin de gayesi milletin bu ihtiyacıdır.
Büyük bir yokluk içerisinde yayın hayatına devam etmeye çalışan Hakimiyet-i Milliye, Anadolu‘da büyük bir yankı uyandırdı ve işgal protestolarının sayıları giderek arttı. İstanbul Hükümeti yanlısı gazeteler ise Mustafa Kemal ve arkadaşlarını ‘bir grup maceracı‘ olarak nitelendiriyor, Kuva-yi Milliye hareketinin İtilaf Devletleri‘ni kızdıracağından endişe ederek bu işe derhal bir son verilmesini istiyordu. Hakimiyet-i Milliye bu gazeteler tarafından saldırıya uğramasına rağmen 18 Temmuz 1920‘de haftada üç gün olarak çıkmaya başladı. Bu sırada Ankara‘da Yunus Nadi tarafından ikinci bir gazete olarak çıkarılan “Yeni Gün” için İstanbul‘dan getirilen dizgicilerin bir kısmı Hakimiyet-i Milliye‘ye verildi.
1920 yılında Eskişehir‘de Arif Oruç’un çıkarmaya başladığı “Yeni Dünya” gazetesi Çerkes Ethem Ayaklanması çıktıktan sonra bu olaya karıştığı için kapatıldı ve gazetenin bütün makineleri “Hakimiyet-i Milliye“ye devredildi. Teknik donanım açısından rahatlayan gazetenin böylece günlük olarak çıkması için iki hafta ara verildi ve hazırlıklar tamamlandıktan sonra 6 Şubat 1921‘de tek yapraklı ilk günlük gazete (Cumartesi günü dışında) çıkmaya başladı.
Mahmut Esat Bozkurt, Recep Zühtü Soyak, Hüseyin Ragıp Baydur, Sadri Ertem, Nafi Atuf Kansu, Ziya Gevher Etili gibi isimlerle başlayan yazı kadrosu; Mehmet Akif Ersoy, Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi isimlerle zenginleşti.

2 Eylül 1928‘den itibaren gazetenin başlığı Latin harfleri ile, yazılar ise Latin ve Arap harfleri karışık olarak dizildi. Gazete, 1 Kasım 1928‘den itibaren tamamen Latin alfabesi ile basıldı.
1934 yılında “Ulus” adını aldı, tek parti döneminin sözcüsü oldu. 1953 – 1955 yılları arasında Demokrat Parti tarafından kapatıldı. 1955 – 1971 yılları arasında Ulus ismiyle, 1971 – 1975 yılları arasında ise “Barış” adıyla yayınını sürdürdü.